7 Eylül 2014 Pazar

Karadeniz Gezisi 3 - Sümela Manastırı

Lezzet Avcısı konuşurken ben bu yazıyı nasıl yazacağım bilmiyorum.
Merhabalar. Nihan Ankara'dan bildiriyor.
...
Gezi yazılarımızın geç geldiğini artık biliyorsunuz, alıştınız. Bu süper.
...
En son Samsun Bafra'da uyuduğumuz bir yazı göndermiştim. Şimdiki yazımız ise Samsun Bafra'da uyandığımız bir yazı olacak.
Sabah beş gibi kalkıp evden hırsız gibi çıktık. Bafra'da artık geleneksel hayatın gidip yerini şehir hayatının almış olduğunu görmek beni çok üzdü. Sanki seneler önce geldiğim Bafra gitmiş yerine kocaman bir şehir konulmuş gibi... Keşke böyle olmasaydı. Kocaman bir asfalt bütün büyüyü bozuyor, en önce o. Sonra neler var neler.
Bafra'dan sonra sizi hiç bırakmayan köyler, ilçeler, şehirler Samsun'a geldiğimizi çaktırmıyor. Samsun'un girişinde keyifli bir kahvaltı yapıp çıkıyoruz tekrar yola. Bu kez hedefimiz hiç durmadan Trabzon'a gidip Sümela'yı görmek.
...
Samsun'a modern ancak çirkin yol bizi içeri alıyor, denizi görmek birkaç saat mümkün olmuyor. Perşembe'de en uzun tünelin içinden geçerken hâlâ deniz yok. Neyseki çok sürmüyor. Yol üzerinde birçok lezzet durağı var. Samsun'un Çakallar mevkiinde menemen yemeden ve Bolaman'da köfte ya da et yemeden bence oralardan ayrılmayın. Bu yaşanmış bir yazıdır. Lezzet Avcısı'nın gazıyla yazmıyorum.
...
Samsun'dan sonra denize girecek yer arayarak Ordu, Giresun derken denize giremeden Trabzon'a vardık.
Trabzon git gide büyüyen ama kültürüne sahip çıkan keyifli bir şehir. Bir dergide okuduğum yazıda geleneksel bir mahallenin korunup restore edilerek günümüze taşındığı yazıyordu. Tıpkı Hamamönü gibi.
Trabzon'da Sümela yolunu bulup yavaş yavaş şehirden uzaklaşınca anladık ki artık Doğu Karadeniz'deyiz. Bu duygu harika. Haksız mıyız?



Bu güzel yolculukta konvoy oluşuyor. Konvoydan kurtulmak gibi bir derdimiz yok. Ne de olsa bu müthiş manzarayı hızla geçmek çok keyifli olmaz. Yol boyu bol bol fotoğraf çekme şansımız hızlı gittiğimizde olmayacaktı, neyseki konvoy var diyelim o halde.
Belli bir yerden sonra araçlarımız hareket etmemeye başlıyor. Artık giriş yerine geldiğimizi anladığımızdan acaba inip yürüsek mi diyoruz. İniyoruz.
Ancak yolun çok başında olduğumuzu ve Sümela'ya birkaç kilometre olduğunu öğrenince biraz korkup "Sumelaya dolmuş, sumelaya dolmuş!" diye bağıran bir amcanın dolmuşunun en önüne biniyoruz. Gidiş üç lira. Eğer dönüşte de binecekseniz altı lira. Değer mi? Bence çıkışta değer.
Fotoğrafta Süleymanitsa'nın suratı asık çünkü yol gözünü korkutuyor. Cam kenarında oturan ben bir metre yan tarafımdan aşağı inen ve gittikçe uzayan uçurumu gördükçe keyif alırken beyefendi daha evlenemeden ölecek olmamdan dolayı tedirgin.
Benden size bir tavsiye. Çıkarken dolmuşa binin. İnerken yürümek daha keyifli.


Zaten dolmuş da sizi patika yolun başında bırakıyor ve siz başlıyorsunuz çıkmaya. O daracık ve ağaç kökleriyle kaplı yolda kemençe çalan çocuklar, fotoğraf çeken turistler, yorulup dinlenen amcalar... Çok keyifli bir on dakika yürüdük. Ve tabi o ağaç kokusu! Derin derin nefes alın.
O güzel ve keyifli yolculuktan sonra Sümela'ya çıkmış ve artık içini görmek istiyorsunuz. Bunu biliyorlar. O kadar geldiğinizi ve girmeden gitmeyeceğinizi de biliyorlar. Ve giriş ücretini 15 lira olarak size dayıyorlar!
Veriyorsunuz. Paşa paşa veriyorsunuz. Ülkemizde böyle değerli yapılar varken neden böyle tuhaf sömürülerle böylesi çirkin görüntülere sebep oluyoruz anlamam. Kimi için bu mebla uygun olabilir ama herkesin aynı düşüncede olduğunu düşünmüyorum. 15 lira nedir arkadaş yahu!
Şimdiden okuyun bilin diye yazıyorum. Size de sürpriz olmasın, faka basmayın.


Sümela'nın içini anlatmak çok saçma olacak, değil mi?
Ben size sadece yaptığımız gözlemleri yazıp sonrasında fotoğraflarla başbaşa bırakma taraftarıyım.
Olabildiğince kalabalıkken ve sıcakta gittiğimizden çok yorucu oldu bizim için ancak o güzellik bu yorgunluğa değer.
Kalabalığın içinde birçok farklı ülkeden insan olunca tuhaf gözlemler elde edebiliyoruz. Süleymanımla eski gezilerimizde beni Alman ya da İskandinav ülkelerinden herhangi birine mensup biri sanırlardı. Şimdi ise tesettür işin içine girince nedense "İranlı" benzetmesi yapıldı. Süleymanitsa yanıma gelip "Sana kadın İranlı mı acaba, diye baktı. İranlı yarim." deyince anladık ki dış görünüş her şey.
Her neyse. Bu bir ayrıntıydı.
Çok kalabalık olması gezmeye büyük bir engel. Etkilenip bir şeye uzun uzun bakmak istediğinizde bu mümkün değil.
Gideceğiniz zamanı sonbahara ya da ilkbahara denk getirmek daha doğru olacaktır.
İşte bunlar da fotoğraflarımız. Sevgiler.




Siz de şöyle bir poz vermeden gelmeyin.


Yanınızda birkaç boş pet şişe ile gelirseniz bu buz gibi dağ suyundan içme şansınız olur. Bu sudan bir içen bir daha geliyormuş diye bir şey yok. Rahat olun. Bu suyun özelliği bence içtikçe doyulmaması ve suya elinizi uzun süre tutamamanız. Buz gibi!


Çıkışta buzumuzdan içip ardından inişe geçtik. Önce şöyle bir yol...


Ardından da şöyle bir yol ile yaklaşık yirmi dakika sonra aşağıda olmuş oluyorsunuz. Bence dediğim gibi inişte patika yoldan inmek süper fikir. Hem yolda bol oksijen almak hem de harika manzaralar görerek yürümek süper.


Dolmuşçu amcanın dediği gibi: "Bütün çile şunun için."


Trabzon'a gidince ne yapmalı? Tabi Sümela Manastırı'na gidilmeli, Atatürk'ün oradaki köşkü görülmeli, Tarbzon kalesi ve Akçakale de gezilmeli, Uzungöl herkesin listesinde vardır; aslında görülmelidir de. Ancak artık Uzungöl'ün giderek daha da çirkinleştirilmesi ise özelliğini yavaş yavaş kaybetmektedir. Gidip görülmeye onca yol değer mi ben bilmiyorum. Ancak aklınızda kalmaması için gitmek ve belki de bir gece orada kalmak iyi olabilir.
Peki ne yemeli? Trabzon ve Sürmene pidesi (biri açık olur biri kapalı), muhlama, kuymak, hamsikuşu, lahana çorbası...Rize'de de yiyebileceğiniz bu yemekleri yol kenarlarındaki lokantalarda bile deneyebilirsiniz.
Herkese iyi gezmeler, sevgiler.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder