12 Ocak 2015 Pazartesi

Mardin: Tesadüfen gidilen güneşli toprak

Yılbaşı tatilini fırsata çevirelim dedik ve aylar öncesinden Diyarbakır'a gidiş-dönüş biletlerimizi aldık. Hazırlıklar daha çok tatil için değil "gelin-damat" için oldu. Evlilik hazırlığı yapıyorsanız ve henüz erkek tarafının bohçasını teslim etmediyseniz tatiller bu işe de yarıyor.
Her neyse.
Sabahın beşinde düştük yollara. Esenboğa bizim evden yarım saat kadar sürüyor. Güvenlikten geçip valizleri teslim edip ardından bekleme salonuna geçmemiz uzun sürmedi. Önce 08.20'deki uçağımızın bir saat elli dakika gecikeceğini öğrendik Diyarbakır'daki aşırı sis sebebiyle. Bir saat kadar sonra da bir anonsla ortalık karıştı. Uçuşumuz iptal edildi!
...
Anadolujet bize üç seçenek sundu. Yeni bir uçuş, bilet ücretlerinin iadesi ve açık bilet. Biz yeni bir uçuşu tercih ettik ve dedik ki Mardin olsun.
Önce anlamadım ama sonra sonra farkına vardım ki Mardin'e gidiyoruz.
Hiç hazırlığım yok!
Hem de hiç!
...

14.15'teki uçağımızı havaalanında beklemek gayet sıkıcıydı. Dergiler, kitaplar ve müzikler; eğer gözlük kullanan bir alerji hastasıysanız bir yere kadar işe yarıyor. Sonrası paso uyku. Neyseki Süleymanitsa bir yastık kadar rahat ama ben kendim için bu cümleyi kuramayacağım, aslında olan tamamen ona oldu.
Yaklaşık sekiz saat havaalanında "yaşadıktan" sonra Mardin'e giden uçağımıza bindik.


Havada çok keyifli fotoğraflar çektik ama nereye koyduğumuzu hatırlamadığım için paylaşamıyorum sizinle. Yukarıda olanlardan bahsetmek istiyorum. Önce iki bulut kümesinin arasında uçtuk dakikalarca. Sonra üstteki bulutun da üzerine çıkıp gökyüzünden oldukça yüksekte bir uçuş yaşadık ve bu esnada gördüğümüz o manzara, bulutların bize sunduğu o güzellik görülmeye değerdi. Üzülüyordum bulutlu bir yolculuk olacak diye ama bence hiç de kötü bir yolculuk değildi. Uçakla, sanırım, her yolculuk güzel.
Yukarıdaki fotoğraftan da anlayacağınız üzere biz Ankara'da uçağa bindiğimizde muhteşem bir yağmur yağıyordu. Ama bakın bizi Mardin nasıl karşıladı:


Mardin'de bizi Süleymanoviç'in sevgi dolu dostları karşıladı. Yoğun ısrarlar sonucunda Mardin'de küçük bir tur atalım dedik. Ancak Mardin'de güneşin batışına denk gelmek ne de büyük tesadüftü öyle. Güneşin batışı havaalanının önünden aşağıdaki fotoğraf gibi görünüyordu.



Mardin, sanırım bizim anılarımız için tesadüfler cenneti haline geldi, ne dersiniz?
Havaalanı Mardin'in Kızıltepe ilçesinde. Kızıltepe düşündüğünüz gibi Mardin'e uzak bir ilçe değil. Arabayla neredeyse on beş dakika sürdü dersem abartmış olmam.
Mardin, Kızıltepe'den gelinen yoldan, bir dağın tepesini süsleyen gerdan gibi duruyordu. Toprağın üzerine iliştirilmiş şirin şirin yapılar. Toprak...



Mardin'de ilk uğradığımız yer dostumuz Onur'un yoğun bir şekilde önerdiği Artuk Bey Kurukahvecisi oldu. O ne güzel dükkan kokusu ve o ne çok çeşit.
Buradan size en mühim önerim "Artuk Bey Special" olarak satılan, dibek kahvesini ve menengici içinde barındıran bir kahve türünü bol bol almanız. Zaten dükkana girer girmez size o kahveden ikram ediliyor. Biz çok çok beğenince ikinci kez ikram edildiği için tadına daha çok varabildik ancak içimi yumuşacık ve tadı harika bir kahve içmek isterseniz lütfen, lütfen depo yapın. (Kızılay'a bir şubelerini açtıklarını söylediler biz Ankaralılar için ama göremedim, bulamadım henüz.)


Baksanıza fotoğrafın güzelliğine. Sapsarı bir dükkan, Mardin gibi ve içi muhteşem bir kahve kokusuyla kaplı.
...
Kahveciden zor da olsa çıkıp birkaç kartpostal ve magnet alıp arabamıza döndük. Yapılacaklar listemi hazırlamış olsaydım ve Diyarbakır'dan beklenmiyor olsaydık daha da uzun bir gezi olabilirdi ama...
İşte bizi Mardin şöyle bir manzara ile yolcu etti.



Şimdi Mardin'le ilgili yazacaklarıma geldi sıra. Geldiğinizde görmeniz gereken yerler:
  1. Mardin Müzesi
  2. Mardin Kalesi
  3. Zinciriye Medresesi
  4. Dara Harabeleri
  5. Dayrulzaferan Manastırı
  6. Kasımpaşa Medresesi
  7. Meryem Ana Kilisesi
  8. Midyat ilçesine ayrıca bir gün ayırmak daha doğru olacaktır.
Peki Mardin'den gelirken ne almalı?
  1. Mardin'in geniş bir mutfağı var. Her öğün gireceğiniz bir lokantada gayet uygun fiyatlara farklı lezzetler denemeden gelmeyin derim ben.
  2. Süryani şarabı meşhurmuş, inancımız gereği tadına bakmadık ancak Süleymanoiçka daha önceden tadına bakıp bayıldığı için önerebiliriz.
  3. Bir de tabi ki telkari işlemeleri almak da güzel olabilir.
  4. Artuk Bey'e uğrayıp, muhteşem Artuk Bey Special'dan almayı unutmayın. En mühimi bence bu.
Mardin'de geçirdiğimiz birkaç saati böyle ölümsüzleştirelim dedik. Mardin üzerine birçok şey söylenebilecek, birkaç saat görülmüş olsa bile baş döndürecek harika bir kent.
Gidin görün a dostlar ne diyelim.
İyi gezmeler.

19 Eylül 2014 Cuma

Karadeniz Gezisi 5 - Artvin

Karadeniz gezimizin son yazısı, sevgiler.
...
Artvin dedik ama aslında yol yazısı olacak gibi bir şey.
Artvin şehir merkezine uğrama fırsatımız olmadı. Uzun uzun gezmek de mümkün olmadı. Yani Artvin'in tadını alamadan döndük geldik desek yeridir.
...
Aslında aklımızda Batum'u gezmek vardı. Sonra ne mi oldu? Kimliğim yanımda olmadığından sınırdan geçemedik. Sadece fotoğraf çekmekle yetinmek zorunda kaldık.Bu fotoğrafın adı "ciğerci kedisi".



Fotoğrafı çekinip tekrar dönüşe geçmek çok tuhaf oldu. Sen onca yol gel, kimliğini de diğer çantada unut, kal öyle. Her neyse! Siz öyle yapmayın. Gürcistan'a geçmek için bir kimlik yeterli, tıpkı vize istemeyen diğer ülkelerde olduğu gibi. Ancak kimi ülkeler pasaport da istiyorlar. Bu küçük ayrıntıyı verip yazımıza devam edelim.
...
Dönüş yolunda Kemalpaşa'da sonunda denize girebildiler. Sevdiceğimin ilk Karadeniz deneyimi burada oldu.

Sonrasında ise gördüklerimiz şunlardan ibaret:
Hopa'da değerli şairimizin "sözü"  bir üst geçidi ve bizim yolculuğumuzu süslüyor.


Toplantı sebebiyle erken dönüş için otobüsü kullanmak durumunda kaldık. Bir Rize hatırası olsun diye yol fotoğrafı olarak Rize'de bunu çektik.


Gelirken bahsettiğim şu an için Türkiye'nin en uzun tüneli olan Perşembe Tüneli'nden bir hatıra olarak da bu eğlenceli fotoğraf kaldı.


Giresun'a gidince mutlaka görün mutlaka gidin dedikleri Giresun Adası ise işte karşınızda. Gezi sitelerinde ısrarla söyleyip kafanıza soktukları bu adayı böylesi minik görünce üzülmeyin. Ertesi gün daha güzel manzaralar görünce unutuyorsunuz.


Otobüs yolculuğundan güneşin batışı ve muavin amcanın isyanı: Ha bu insanlar neden cüneşin fotografini çekeyi?!
Bu sözü duyup makinayı saklayarak çektik, bu da bir itiraf.


Ordu.


Samsun'u ucundan koklatan yol, alacağın olsun.


Artvin'e dair birçok güzel döküman var elimde. Bir kere siyasi ve felsefi olarak Artvin'in duruşunu çok severim. Gezmek istediğim değerli şehirlerden birisidir. Nereleri gezeceğimizin listesi şimdiden belli, sizde de olsun: Sahara, Bilbilan ve Kafkasör Yaylaları, Gevhernik, Barhal ve İşhan Kiliseleri, birçok göl ve kale de bu listeye dahil. 
Artvin'in neyi meşhur derseniz? Hıngal, çergebaz, kavurma, ballı lokum, püşürük çorbası ve daha birçok şey.
Bu konuya dair ayrıntılı bir yazı ilerde gelecek. Samsun'a dair de...
...
Karadeniz bu yazlık bu kadardı. Diğer gezilerde görüşmek üzere.
İyi gezmeler.



8 Eylül 2014 Pazartesi

Karadeniz Gezisi 4 - Rize

Merhabalar. Artık kimin yazdığını söylemiyorum. Anladınız siz.
...
Rize.
Memleketim. Tabi ben anlatacağım.
...
Rize'ye vardığımızda artık akşam olmak üzereydi. Oldukça yorgun ve açtık. Küçük bir Rize turu atarak Küçük Köy'e nasıl gidileceğini öğrenmeye çalıştık. Toplam altı amcaya sorduk. Yaklaşık olarak şöyle bir konuşma geçti "hepsiyle"aramızda:
B: Biz A: Amcalar
B: Küçük Köy'e nasıl gideriz?
A:...
A:Kime gideyisun?
Bütün amcalar adres tarifini vermek için kime gittiğimizi öğrenmeyi şart koşuyorlar. Tabi biz de söylüyoruz, el mahkum.
Sonunda yolu buluyoruz. Yol her Doğu Karadeniz köyünde olduğu gibi çok keyifli.




Küçük Köy'deki babaocağına vardığımızda yukarıdaki gibi bir manzara bizi karşıladı.
Resimde sol alt köşede görmüş olduğunuz düzenek ilkel bir teleferik. Onunla aşağıya çay taşıyorlar. Ne keyifli değil mi? Resmin üstündeki o beyaz boşlukta belli olmayan yerler ise deniz. Karadeniz'in belki de en güzel manzarası!
Evin içi ise ayrı bir otantik. İnsanın orada yaşlanası geliyor. Bir baksanıza...



Tabi büyün bu hoş manzaralar sevdiğimin kamerasından çıkan kareler. Eklemeden geçmeyelim.
Orada kısa bir çay muhabbetinden sonra evin yanındaki dayımızın mezarını ziyaret edip çıktık yeniden yollara. Bu kez hedef Pazar. Artık bu hedef son hedef. O hedef, bu hedef.
...
Pazar'a çok geç saatte vardık. Babaannemin balkonunda güzel bir akşam yemeğinin ardından hemen dinlenmeye çekildik. Tabi ki Süleymanım bu güzel manzaralı evin görünümünü bilmeden uyudu o gece. Ertesi gün uyandığında ise bir cennette olduğunu fark etmesi geç olmadı.
Bahçedeki kuyu, evden çarşıya gidişi sağlayan o güzel yol, bahçeyi sarıp sarmalayan kivi ağacı... Ve tabi Karadeniz...





Ertesi gün muhteşem bir köy kahvaltısının ardından Zil Kale'ye gitmek üzere yola çıktık. Zil Kale, Palovit Yaylası'nın yolu üzerinde ve Fırtına Deresi manzaralı yolun ucunda.
Yol boyunca harika manzaralar yine var. Geçtiğimiz günlerde HES'lere protesto olarak doğmuş bir dizi vardı: Sevdaluk. O dizinin setinin kurulduğu köy, yollar, oteller... Görmeden dönmemeniz gereken meşhur köprüler, köyler, evler... Hepsi bu muhteşem derenin üzerinde.


Uzungöl'e gidip gitmeme konusunda size çekinceli davranmıştım ya hani, Zil Kale'de bunu yapmayacağım. Koskoca yemyeşil dağların üzerinde bir harika insan yapısı. Görülmesi ve şaşırılması gereken bir yer. Muhteşem bir yer. Haksız mıyım bir bakın.







Bu fotoğraflar da farklı farklı olarak ikimize ait.
...
Dönüş yolunda ise muhteşem bir lokanta keşfettik. Evet yazının buradan sonrası gönüllü reklam içerir.
Naliya Otel ve Restaurant olarak zaten reklamlarını yolda görüyorsunuz. Şöyle de muhteşem bir köprüden sallana sallana lokantaya varıyorsunuz. Sallana sallana şaka değil. Köprü bildiğiniz sallanıyor. "Ekşını" da orada ya zaten. Not. Önde gidip poz vermeyi reddeden babamdır.


Otelin adının Naliya olmasının da bir sebebi varmış. Rize'de konuşulan lazcada naliya serender demekmiş. Serender ise aşağıda görmüş olduğunuz "kulübecikler"in adı. Aslında bu serender denen kulübeler kışın erzakların saklandığı bir kiler. Ancak otelde bu konsept değiştirilmiş. Kiler değil otel olmuş. Çok da süper olmuş.


İşte şimdi size bir güzel Rize'de ne yenir sorusunun cevabı.
Naliya'ya gidip ırmağın sesinden garsonun "Ne istersiniz?" sorusunu duyabilirseniz şöyle bir cevap verin: Yöresel lezzetleri denemek istiyoruz.
Deneyin de.
Trabzon yazımızda demiştim Rize'de yiyebileceğiniz her şeyi burada yiyebilirsiniz, diye. Aynen öyle. Bakın neler yiyebilirsiniz? Kuymak, balık, kuru fasülye, ızgara köfte ve laz böreği. Bütün bunları denemek yerinde olacaktır. Denemeden gelmeyin zaten dostlar. Zaten Rize'ye has şeyleri Rize'de her lokantada yiyebilirsiniz. Kara lahana dolması, mısır ekmeği, pepeçura, kotniyar, doğrama vs. Deneyin. 
Naliya'nın otel fiyatlarını sorduk. Günlüğü elli lira olması harika değil mi? Vallahi ben bu harika işletmecilik fikrine bayıldım. Bu nedenle gönüllü reklam yapıyorum.



Akşam üzeri yenen bu harika yemeğin ardından yağmur eşliğinde ağır ağır evimize döndük. Bana sorarsanız dönmek yerine Naliya'da kalmayı tercih ederdim.
...
Pazar'ın şöyle hüzünlü bir manzarası olur yağmur yağarken.


Bizi de böyle bir manzara ile yolcu etti.
Babaannem ise şöyle yolcu etti.


Pazar'dan çıkmadan da şöyle bir lezzet denedik. Peynirli pide. Üzerinde yüzen o güzel şaheser tereyağı!


Rize'de bütün bunlar dışında görmeniz gereken bir de Rize Kalesi ve Rize merkezinde bulunan birkaç müze var. Ayder Yaylası da görülmesi gereken yerlerden ancak girişinin on lira olması ve artık tamamen insan kaynamasından biz tercih etmedik. Zaten küçücük bir vaktimiz varken en makul yerleri seçmek zorunda kaldık. 
Rize'de sevdiğimin yaptığı en güzel gözlem insanların çok doğal ve içten oldukları oldu. Kiminle konuşsak, kiminle iletişim fırsatı bulsak o içtenliği hissetmek çok güzel. Dinlediğimiz fıkraların aslında burada gerçek ve doğal olduğu görmek onu hem şaşırttı hem de umutlandırdı. Ankara'da işin gücün telaşından böyle huzurlu memleketlerde sevgi görmek insana çok iyi geliyor.
Akdeniz'de onca insan ve bina kalabalığının içinde kafanızı yormaktansa bence böylesi huzurlu bir tatil daha dinlendirici. Tabi karar sizin.
İyi gezmeler dostlar.

7 Eylül 2014 Pazar

Karadeniz Gezisi 3 - Sümela Manastırı

Lezzet Avcısı konuşurken ben bu yazıyı nasıl yazacağım bilmiyorum.
Merhabalar. Nihan Ankara'dan bildiriyor.
...
Gezi yazılarımızın geç geldiğini artık biliyorsunuz, alıştınız. Bu süper.
...
En son Samsun Bafra'da uyuduğumuz bir yazı göndermiştim. Şimdiki yazımız ise Samsun Bafra'da uyandığımız bir yazı olacak.
Sabah beş gibi kalkıp evden hırsız gibi çıktık. Bafra'da artık geleneksel hayatın gidip yerini şehir hayatının almış olduğunu görmek beni çok üzdü. Sanki seneler önce geldiğim Bafra gitmiş yerine kocaman bir şehir konulmuş gibi... Keşke böyle olmasaydı. Kocaman bir asfalt bütün büyüyü bozuyor, en önce o. Sonra neler var neler.
Bafra'dan sonra sizi hiç bırakmayan köyler, ilçeler, şehirler Samsun'a geldiğimizi çaktırmıyor. Samsun'un girişinde keyifli bir kahvaltı yapıp çıkıyoruz tekrar yola. Bu kez hedefimiz hiç durmadan Trabzon'a gidip Sümela'yı görmek.
...
Samsun'a modern ancak çirkin yol bizi içeri alıyor, denizi görmek birkaç saat mümkün olmuyor. Perşembe'de en uzun tünelin içinden geçerken hâlâ deniz yok. Neyseki çok sürmüyor. Yol üzerinde birçok lezzet durağı var. Samsun'un Çakallar mevkiinde menemen yemeden ve Bolaman'da köfte ya da et yemeden bence oralardan ayrılmayın. Bu yaşanmış bir yazıdır. Lezzet Avcısı'nın gazıyla yazmıyorum.
...
Samsun'dan sonra denize girecek yer arayarak Ordu, Giresun derken denize giremeden Trabzon'a vardık.
Trabzon git gide büyüyen ama kültürüne sahip çıkan keyifli bir şehir. Bir dergide okuduğum yazıda geleneksel bir mahallenin korunup restore edilerek günümüze taşındığı yazıyordu. Tıpkı Hamamönü gibi.
Trabzon'da Sümela yolunu bulup yavaş yavaş şehirden uzaklaşınca anladık ki artık Doğu Karadeniz'deyiz. Bu duygu harika. Haksız mıyız?



Bu güzel yolculukta konvoy oluşuyor. Konvoydan kurtulmak gibi bir derdimiz yok. Ne de olsa bu müthiş manzarayı hızla geçmek çok keyifli olmaz. Yol boyu bol bol fotoğraf çekme şansımız hızlı gittiğimizde olmayacaktı, neyseki konvoy var diyelim o halde.
Belli bir yerden sonra araçlarımız hareket etmemeye başlıyor. Artık giriş yerine geldiğimizi anladığımızdan acaba inip yürüsek mi diyoruz. İniyoruz.
Ancak yolun çok başında olduğumuzu ve Sümela'ya birkaç kilometre olduğunu öğrenince biraz korkup "Sumelaya dolmuş, sumelaya dolmuş!" diye bağıran bir amcanın dolmuşunun en önüne biniyoruz. Gidiş üç lira. Eğer dönüşte de binecekseniz altı lira. Değer mi? Bence çıkışta değer.
Fotoğrafta Süleymanitsa'nın suratı asık çünkü yol gözünü korkutuyor. Cam kenarında oturan ben bir metre yan tarafımdan aşağı inen ve gittikçe uzayan uçurumu gördükçe keyif alırken beyefendi daha evlenemeden ölecek olmamdan dolayı tedirgin.
Benden size bir tavsiye. Çıkarken dolmuşa binin. İnerken yürümek daha keyifli.


Zaten dolmuş da sizi patika yolun başında bırakıyor ve siz başlıyorsunuz çıkmaya. O daracık ve ağaç kökleriyle kaplı yolda kemençe çalan çocuklar, fotoğraf çeken turistler, yorulup dinlenen amcalar... Çok keyifli bir on dakika yürüdük. Ve tabi o ağaç kokusu! Derin derin nefes alın.
O güzel ve keyifli yolculuktan sonra Sümela'ya çıkmış ve artık içini görmek istiyorsunuz. Bunu biliyorlar. O kadar geldiğinizi ve girmeden gitmeyeceğinizi de biliyorlar. Ve giriş ücretini 15 lira olarak size dayıyorlar!
Veriyorsunuz. Paşa paşa veriyorsunuz. Ülkemizde böyle değerli yapılar varken neden böyle tuhaf sömürülerle böylesi çirkin görüntülere sebep oluyoruz anlamam. Kimi için bu mebla uygun olabilir ama herkesin aynı düşüncede olduğunu düşünmüyorum. 15 lira nedir arkadaş yahu!
Şimdiden okuyun bilin diye yazıyorum. Size de sürpriz olmasın, faka basmayın.


Sümela'nın içini anlatmak çok saçma olacak, değil mi?
Ben size sadece yaptığımız gözlemleri yazıp sonrasında fotoğraflarla başbaşa bırakma taraftarıyım.
Olabildiğince kalabalıkken ve sıcakta gittiğimizden çok yorucu oldu bizim için ancak o güzellik bu yorgunluğa değer.
Kalabalığın içinde birçok farklı ülkeden insan olunca tuhaf gözlemler elde edebiliyoruz. Süleymanımla eski gezilerimizde beni Alman ya da İskandinav ülkelerinden herhangi birine mensup biri sanırlardı. Şimdi ise tesettür işin içine girince nedense "İranlı" benzetmesi yapıldı. Süleymanitsa yanıma gelip "Sana kadın İranlı mı acaba, diye baktı. İranlı yarim." deyince anladık ki dış görünüş her şey.
Her neyse. Bu bir ayrıntıydı.
Çok kalabalık olması gezmeye büyük bir engel. Etkilenip bir şeye uzun uzun bakmak istediğinizde bu mümkün değil.
Gideceğiniz zamanı sonbahara ya da ilkbahara denk getirmek daha doğru olacaktır.
İşte bunlar da fotoğraflarımız. Sevgiler.




Siz de şöyle bir poz vermeden gelmeyin.


Yanınızda birkaç boş pet şişe ile gelirseniz bu buz gibi dağ suyundan içme şansınız olur. Bu sudan bir içen bir daha geliyormuş diye bir şey yok. Rahat olun. Bu suyun özelliği bence içtikçe doyulmaması ve suya elinizi uzun süre tutamamanız. Buz gibi!


Çıkışta buzumuzdan içip ardından inişe geçtik. Önce şöyle bir yol...


Ardından da şöyle bir yol ile yaklaşık yirmi dakika sonra aşağıda olmuş oluyorsunuz. Bence dediğim gibi inişte patika yoldan inmek süper fikir. Hem yolda bol oksijen almak hem de harika manzaralar görerek yürümek süper.


Dolmuşçu amcanın dediği gibi: "Bütün çile şunun için."


Trabzon'a gidince ne yapmalı? Tabi Sümela Manastırı'na gidilmeli, Atatürk'ün oradaki köşkü görülmeli, Tarbzon kalesi ve Akçakale de gezilmeli, Uzungöl herkesin listesinde vardır; aslında görülmelidir de. Ancak artık Uzungöl'ün giderek daha da çirkinleştirilmesi ise özelliğini yavaş yavaş kaybetmektedir. Gidip görülmeye onca yol değer mi ben bilmiyorum. Ancak aklınızda kalmaması için gitmek ve belki de bir gece orada kalmak iyi olabilir.
Peki ne yemeli? Trabzon ve Sürmene pidesi (biri açık olur biri kapalı), muhlama, kuymak, hamsikuşu, lahana çorbası...Rize'de de yiyebileceğiniz bu yemekleri yol kenarlarındaki lokantalarda bile deneyebilirsiniz.
Herkese iyi gezmeler, sevgiler.

2 Eylül 2014 Salı

Karadeniz Gezisi 2 - Sinop

Nihan'dan sevgiler.
...
Karadeniz gezimizde benim görmediğim tek il olan Sinop'a yine gezimizin ilk gününde teşrif ettik. Daha öncesinde Sinop için yaptığım birçok araştırmada karşıma en çok çıkan iki yer vardı: Hamsilos Koyu ve Sinop Cezaevi.
Beraber yola çıkmadan önce Hamsilos'a ayrıca vakit ayırılması için gereken baskıları yapsam da akşam üzeri Sinop'a varacağımızı ve o akşam Rize'ye varmış olmamız gerektiğini hatırlatarak bu işten vazgeçirdiler. Sinop Cezaevi'ne ise sonunda gitmeyi başardık.
Sinop her şehir gibi önce sizi sanayi tesisleri ve büyük büyük reklam tabelaları ile karşılıyor.  Her şehir gibi...
Sonrasında gördükleriniz ise bir farklılık teşkil etmiyor diğer şehirlerden. Sadece Elazığ, Konya ve Çankırı'da olduğu gibi insanların tuhaf bakışları... Bu kez neden bilmiyorum. Tesettürlü bir insan olarak sevgilimle fazla dikkat çekiyor olmak bir tuhaf! Her neyse! Toplum eninde sonunda her olumlu adıma alışacaktır. Olumlu derken, insanın kendi içinde olumlu karşıladığı adımlara...
...
Sinop Cezaevi'ni düşündüğümüzden kolay bulduk. Şehir merkezini gezmeden hemen müzeyi gezmek üzere içeri girdik. Giriş ücreti uygundu. Bu ayrıntıyı  neden verdiğimi Sümela Manastırı gezimizde anlayacaksınız.
...
Müzeye girer girmez muhteşem bir keder kaplıyor ruhunuzu. Nedeni muhtemelen rutubetli ve bakımsız duvarlar, parmaklıklar, bütün bunların oluşturduğu kasvetli renk ve koku. En son Polonya'daki Auswitch Kampı'nda böyle bir koku almıştım, aynı koku olması ne tuhaf değil mi?
Müzeyi gezerken bir yandan da bilerek böyle bakımsız bırakıldığını düşünüyorsunuz. O dönem, orada yaşananlara daha rahat dokunabilmek için Kültür ve Turizm Bakanlığı böyle bir karar almış olabilir mi? Bilmem.


Müzedeki eşyaları iki odadan biri burasıydı. Diğeri de müdür odası panosu bulunan oda. Birkaç yıl önce çekilen bir dizi için mi böyle yapılmış yoksa kullanıma kapandığı anda olduğu gibi mi kalmış çok merak ettim.


Bu resimde ise hasretlerden eskitilen bir pranga var.



Sabahattin Ali ise şimdi şiirleriyle duvarını süslediği cezaevinde altı ay bile olsa kalan en meşhur mahkum. Bir öğretmen olduğunu ve Kürk Mantolo Madonna'yı yazdığını bilmek "düşünce suçu" işlediği söylenen bir insanın koğuşunda tuhaf hissettiriyor. Kim bilir bu yüksek tavanlı odada ya da koğuş mu desek, kalırken aklına gelir miydi ki bir gün yazdığı şiirler bu duvarlarda binlerce kişi tarafından okunacak?! Bilse ne yapardı sizce?



Cezaevi büyük bir alan içine kurulmuş ve gökyüzünden hâlâ martıları uçan bir müze şimdi. Cezaevi'ni ziyarete gittiğinizde gökyüzüne bir bakın. Lütfen bir bakın.
...
Müzeden çıkıp halka karışmak biraz zor. Nefes almak için cadde boyunca yürüp bira nefes alalım biraz da soğuk bir şeyler içelim desek de yok! Denizi görene kadar yürüdüğümüz halde sadece bir pastane görmüş olmamız ne tuhaf?!
Bu yolculukta bizi tekrar yaşadığımız döneme şene bu eczaneye teşekkürü bir borç biliriz.


Kahve ararken karşımıza bir anda uçsuz bucaksız bir deniz çıkınca hemen fotoğraf çekindik tabi. Sonradan bu fotoğrafın ne kadar değerli olduğunu öğrendik.



Bir kahve bulamamış olmaktan şikayet ederek bulduğumuz ilk ve tek pastaneye girip biraz nefes aldık. İşte o sırada konuştuğumuz bir esnaf bize bu fotoğrafın önemini anlatan bir cümle kurdu. "Hani haritada görünen Sinop'un en dar yeri var ya! Şu an oradasınız. Bu cadde Sinop'un en dar caddesi. Türkiye'nin en kuzeyindesiniz."
İşte bu son fotoğraf da Türkiye'nin burnundan çekilmiş bir fotoğraf olarak kaldı hatıra. 
Tabi Sinop'a dair birkaç not. Eğer biraz sabredip biraz Türkiye'nin burnundan doğuya doğru yürüseymişiz birçok kahve ile karşılaşacakmışız. Daha bize hitap eden dükkanlar orada mevcutmuş. Sinop'un görülmesi gereken yerleri benim bildiklerimden de çokmuş: Eski Sinop Evleri, Sinop Kalesi, müzeleri ve Boyabat ilçesindeki tarihi eserler... Neyi mi meşhur? Gerze Nokulu ve Kabak Millesi.
Sinop minik ama yaşanması zora benzeyen bir şehir. Çünkü içinde böyle büyük bir hüznü barından bir şehirde, sokakları tutsaklık kokan bir şehirde yaşamak çok zor olmalı.
Biz ne mi yaptık?
Cezaevini ve orada yaşanmış bütün tuhaf anıları belleğimize hapsedip Samsun'a doğru çıktık yola.
Gece Samsun'da konaklamak en mantıklı fikirdi. Işıkları Samsun Bafra'da söndürdük. Bir günde kaç il olmuştu sahi? Bir günde kaç hayata dokunmuştuk?
İyi gezintiler.